Yaşamak ve ölmek aynı şeydir desek baştan ispatı zor bir tez mi koymuş oluruz acaba?
Önce biraz zaman kavramı ya da belki de varlık ve yokluk üzerine yazmak gerek. Dualite alemi olan yaşadığımız evrende karşı kutuplar var edince zihnimiz rahata ereriz. İyi ve kötü olmalı, kötüden kaçınmak ve iyiye doğru çevirip ibreyi karmik borçları temizlemek gibi yüce emellerimiz vardır. Ve elbette dolayısıyla; güzel – çirkin de olmalıdır. Yoksa zaten yücelik ve sürüngen olmak kavramlarına nasıl varırız… Bir dakika sanırım şu an egomuz konuşmakta.
Ruh için hiçbir zaman iyi – kötü gibi bir ikilik oldu mu acaba? Şimdi o Çinli adamın atıyla başlayan iki saatlik hikayeyi anlatma zamanı değil bence… Hani imparator atını istemiş de vermemiş… Bizim için yaşan daha basit aslında ama illa da karıştırmak için her yolu denemekten vazgeçmiyoruz. Bir paket lastiği gibi, bir kaç kat dolarsak ruhumuza daha sıkı şekilde tutacağına dair bir inancımız olmalı. Aslında tersi bir anlatıda ve en kolayken almak da çok mümkün ama öğretilmiş olan “ne kadar büyük bedel ödersen o kadar kutsaldır..!” söylemine fazla bağlanmışız.
Gelelim konuya. Sonuçta ikililik de olmayınca yaşamak ve ölmek de teoride aynı şey oldu ama NOKTA bu değil. Yaşadığımız her an bir o kadar da ölmekteyiz. Mevcut hücre sayılarım azalmakta. Bir kısmı bir daha hiç yenilenmeyebilir. Yani aldığımız her nefeste burada yaşadığımız bir an kayboluyor. Yaşadığımız her an biraz daha ölüyor olmuyor muyuz?
Anları yaşamak için ömrü feda ediyor gibiyiz.
Ölmekle ilgili de en zor gelen şey statü ve rollerden sıyrılmak ama onu daha sonra yazmalı.